Geleneksel Türk Sanatları içerisinde en eski ve önemli kollarından biridir. Kalemişi; “Sivil ve dinî mimarimizin iç duvarlarını, kubbelerini ve tavanlarını sıva, ahşap, taş, bez ve deri gibi malzeme üzerine, renkli boyalar, bazen de altın varak kullanılarak ince “kıllı kalem” tabir edilen fırçalarla yapılan nakışlardır” diye açıklanmaktadır. Bu genel tarifin ardından, bu sanata neden bu isim verilmiştir veya kalem kelimesinin kaynağı nedir gibi bir takım sorular ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden öncelikle “Kalem” terimini ele aldığımızda kuşkusuz bu soruların cevaplarına da karşılık bulabilmemiz mümkündür. Kâğıt üzerine yazı veya çizim için kullandığımız bir araç olan kalem; “Boya ile bir satıh üzerine nakış yapmaya mahsus ucu sivri ve kalem gibi uzunca tüy veya tahta çubuk” diye ifade edilmiştir.
Tüy kalem aynı zamanda eski Türklerde, minyatürleri, nakış resimleri yapan ressamların ve müzehhiplerin resim çizmek için kullandıkları, tüyden yapılmış fırçanın da adıdır. Bizlerin bir zemin üzerine resim, şekil, yazı, nakış vb. uygulamalar için kullandığımız “fırça” kültürümüz içerisinde “kıllı kalem” diye tabir edilmiştir. Sonuç olarak, kıllı-tüy kalem ile yani fırçayla yapılan bu nakışlara eski tabirle “kalem kâri” günümüz Türkçesiyle “kalemişi” denilmiştir. Bu nakışları yapan kişilere ise “kalemkâr”, tezyinatın tasarımını hazırlayan ve aynı zamanda uygulayan kişilere “nakkâş” denilir.
Kalemişi Sanatında Uygulanan Teknikler
Kalemişi sanatı, uygulandıkları zemin malzemesine göre sınıflara ayrılır. Bunlar;
Sıva üzeri kalemişleri
Ahşap üzeri kalemişleri
Taş ve mermer üzeri kalemişleri
Deri ve bez üzeri kalemişleri
Malakâri
Naht’dır.
Kaynak: Ayşegül KAMACI_Bursa Cem Sultan Türbesi Kalem İşleri Ve Kompozisyon Özellikleri
Kökleri Uygur duvar resimlerine dayanan Türk tezyini sanatlarından biridir.
Mimaride sıklıkla kullanılan sıva üzeri kalemişleri, “fresko” ve “secco” olarak ikiye ayrılır. Fresko, yaş olan sıvaya boyanın uygulanıp emdirilmesi ile yapılan bir tekniktir. Secco ise, süslemenin kuru sıva üzerine uygulandığı tekniktir yani bir anlamda bizlerin günümüzde kullandığımız kalemişi tekniğinin batıda kullanılan ismidir. Bu tekniklerin artı ve eksi yanları bulunmaktadır. Fresko uygulamada zahmetli olsa da dayanıklılık ve kalıcılık bakımından önemlidir. Bunun en güzel örneği ise Uygur duvar resimlerinde görmüş olduğumuz fresklerdir. Binlerce yıldır hala sağlam kalabilmiştir.
Klasik Osmanlı sanatında ise genellikle uygulamada daha kolay olan kuru sıva üzeri tekniği kullanılmıştır. Bozulma ve tahribata daha açık olan kuru sıva üzeri kalemişleri gerek kullanılan malzemenin yapısı gereği gerekse de doğal afetler sonucu zarar görmektedir. Tüm bunlar ile birlikte bir de restorasyon hataları sonucu desenler zarar görüp yok olmaktadır. Bu yok olmanın başlıca nedenleri restorasyon ilkeleri ve ehil olmayan insanların bu işleri üstlenmesidir diyebiliriz. Osmanlı tamirat anlayışına göre yenilenecek olan kalemişi bezemeleri dönemin sanat anlayışına uygun yeniden bezendiği için çoğu orijinal desen alt katmanlarda kalmıştır. Özellikle de 18. yy. da yenilenen birçok eser batılı üslupta bezenmiş ve asıl desenler örtülmüştür. Çoğu orijinal desenler yenilenme sürecinde raspalanırken ortaya çıkmaktadır. Bunun en önemli örneği ise Süleymaniye Camii ana kubbesidir. 1956-1960 restorasyonunda ana kubbede mevcut bırakılan klasik kalemişlerinden başka 2 dönem barok, 2 dönem klasik kalemişi olmak üzere 4 adet farklı döneme ait desen tespit edilmiş ve en altta bulunan desenin caminin inşa edildiği dönemin sanat anlayışına uygun olduğu sanat tarihçilerce kabul görüp raporlanmıştır. Bu gibi durumlarda çıkarılan parçalar orijinal süslemelerden faydalanılarak rekonstrüksiyon yapılabilmektedir. Fakat bu işlemin yapılabilme için de eldeki verilerin güvenilir olması gerekmektedir. Bu güvenilir verilere ulaşılamadığı için ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi), değişiklikler ve dönem restorasyonları konusunu; “Zaman içinde yapılan değişiklikler saygı görmeli ve geleneksel mimarinin özelliğini yansıtan bir belge olarak değerlendirilmelidir…” şeklinde belirtmiş olup mevcut barok dönemin yenilenmesine karar kılmıştır.
Klasik Dönemden günümüze ulaşabilen sıva üzerine uygulanmış ilk kalemişi örneklerine İznik Kırgızlar Türbesi, Edirne Üç Şerefeli Camii’nin avlu revaklarında görmek mümkündür.
Doğanın biz insanlara sunduğu en tabii şeylerden biridir ahşap. İslam öncesi Türk tarihinde de Uygur medeniyetinde bulunan yaldızlı ve boyalı tahta parçaları bizlere var olan geçmişimizi günümüz şartları ile en güzel yere getirdiğimizin bir kanıtıdır.
Ustaların maharetli ellerinden geçen, işlemeye elverişli dayanıklı ağaçlar bugün bizlerin karşısına; kapı ve pencere kanatlarında, dolap kapaklarında, sıklıkla mihrap, minber, mahfil ve vaaz kürsülerinde, çatı sistemleri ve direklerde en güzel hali ile çıkmaktadır. Bu safhada kullanılacak olan ağaç çok önemlidir. Genellikle; sedir, abanoz, ceviz, gül, elma, kestane, armut, şimşir, bakkam ve kiraz ağaçları kullanılmıştır. Sonrasında kesilen ağaçlar kendi özsuyundan arındırılana dek suda bekletilir. Kurtlanmayı önlemesi için kireç kaymağı ile terbiye edilen ağaçlar bezir yağı ve benzeri yağlar ile doyurulur ve neme karşı dayanıklı hale getirilir. Ardından sandal yağı ve benzeri yağlar ile beslenip cilalanır.
Ahşap işçiliğinin en güzel örneklerini Anadolu’da görmek mümkündür. Anadolu’da ilk ahşap üstü kalemişi örneği, yapım tarihi 1206 olarak tahmin edilen Samsunda bulunan Çarşamba Gökçeli (Göçeli) Camii olduğu ifade edilmektedir. Günümüze kadar ulaşabilen ahşap üstü kalemişi teknikli diğer camiler ise inşa yıllarına göre;
Afyon Ulu Camii (1272),
Sivrihisar Ulu Camii (1275),
Eşrefoğlu Camii (1299),
Kasaba Köyü Mahmut Bey Camii (1366)’dir.
Anadolu Selçuklu ve Beylikler döneminde sıkça kullanılan yekpare bezenmiş olan ahşap çıtakâri levhalar, Osmanlı Dönemi ile yerini daha çok kündekâri tekniğine bırakmıştır. Osmanlı Döneminde de ahşap işçiliğinin yeri büyük olmuştur. Bursa Muradiye Türbelerinden Sultan II. Murad Türbesi’nin saçağında, Osmanlı dönemine ait ilk örneği teşkil etmektedir.
Osmanlılar dini yapılarda çatı sisteminde ahşabı terk edip kubbeye geçiş yapmışlardır. Bu da beraberinde ahşabın kullanıldığı alanları sınırlamıştır. Artık ahşap daha özel alanlarda; hünkâr mahfili tavanları, müezzin mahfili tavanları, vaaz kürsüleri, kapı ve pencere kanatlarında sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır. Ahşabın göz hizası seviyesine inmiş olması ince işçilikleri de beraberinde getirmiştir. Selçuklularda görülmeyen daha çok Endülüs ve Mısır da görülen sedef ve fildişi kakma tekniği Osmanlı ile birlikte hayatımıza girmiştir. Dönemin zanaatçıları bu durumu daha da geliştirip sedef ve fildişinin yanında değişik renk ve cinste ağaçlarla, altın ve gümüş gibi maddeler kullanılarak bu sanatı daha da zenginleştirmişlerdir. Ortaya çıkan eserler gösterişli olmalarından dolayı saray mimarisinde de kullanılmıştır.
Ahşap üstü kalemişinin camilerimizde olan bazı örnekleri; Küçük Ayasofya Camii müezzin mahfili tavanında, Amasya Beyazıt Paşa Camii kapı kanatlarında, Amasya II. Beyazıt Camii kapı ve pencere kanatlarında, Sultan Ahmet Camii, Konya Şerafettin Camii ve Eminönü Yeni Camii müezzin mahfilinde görülmektedir.
İslam sanatında Emeviler ile başlayan taş süslemeciliği; Eyyubi, Fatımi ve Memluk sanatında da önemli bir yere sahiptir25. Kaynaklarda taş ustaları ‘haccar’ ya da ‘sengtıraş’ olarak geçmektedir. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi ile taş, mimaride ana yapı malzemesi haline gelmiş önem kazanmıştır. Anadolu’daki ilk örneğinin de Konya Beyşehir yolu üzerindeki Kızılören Han’ının mihrap nişinde üzerinde bulunan taşta kırmızı çizgilerin olduğu söylenmektedir. Mihrap ile ilgili en eski Rudolf Meyer RIEGSTAHL’ya ait siyah beyaz bir fotoğraf bulunmaktadır. Sonrasında mihrap nişi yok olmuşsa da restorasyon sırasında yenilenmiştir. Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemin de tezyinatta çini sıkça kullanıldığı için taş üzeri kalemişi örneklerine çok fazla rastlayamayız.
Dayanıklı bir malzeme olan taşa Osmanlı mimarisinde; mihrap, minber, kitabe, çeşme ve mezar taşı gibi alanlara kalemişi tezyinatı uygulanmıştır. Bazı örnekleri ise; İstanbul Rüstem Paşa Camii kapı üstü konsollarında, Edirne Selimiye Camii kemer altlarında, İznik Sinan Paşa Camii mihrabında, Kadırga Sokullu Mehmet Paşa Camii giriş kapısı konsol ve tavanında, Topkapı Sarayı Bağdat Köşkü’nde ve Sultan Ahmet Camii’nde bulunmaktadır
Mimarideki kullanım alanları daha çok; kubbe, mahfil tavanları, mahfil ahşap sütunlarının kemerler arasındaki ön yüzleri ve maksure gibi alçak tavanlı kısımlarda görülür. Mimari tezyinatta zemin malzemesi olarak bez ya da deri malzemenin tercih edilmesi deri veya bezin değerinden ziyade sadece süslemenin yapılacağı alanın tezyinata uygun hale getirilip düzgün bir yüzey elde etmek amaçlanmaktadır. Uygulandığı çoğu alanların, dokunma mesafesinde olmasından dolayı ahşap malzeme zamanla deformasyona uğrayıp çatlayıp aşınabilmektedir. Bu yüzden yüzeyde çirkin görüntü verebilme ihtimaline karşı bu alanların yüzeylerine; deri, bez gibi malzemeler ile kaplanıp üzerleri süslenmiştir.
En eski örneklerinin XI. yüzyılda Batı Tibet Bölgesindeki bir Budist mabedinde; ahşap bir yapı üzerine gerilen beze boyalı bir tezyinat yapıldığı bilgisine ulaşılmıştır.
Deri ve bez üzeri kalemişlerinin en güzel örneklerini; Bursa Ulu Camii müezzin mahfili yan yüzeyinde, İstanbul Kılıç Ali Paşa Camii müezzin mahfili tavanında, Takkeci İbrahim Ağa Camii kemerlerinde, Gebze Çoban Mustafa Paşa Camii harimin alt sıra pencerelerinin tavanlarında görmek mümkündür.
Bugün bile hala izlerini görebildiğimiz Orta Asya anıtlarının kalıntılarından alçı sanatının (gypsoplastie) Türk menşeili bir sanat olduğunu söyleyebiliriz. Abbasi halifesinin Türk birlikleri için Bağdat yakınlarında hazırlattığı Samarrâ şehrinde alçı sanatı kullanılarak yapılmış olan örnekler bulunmaktadır. Türk hâkimiyeti altına giren Mısır’a, Tolunoğlu Ahmed alçı ile oyma işlerinde hünerli ustalar getirtmiş ve bu sanatı Kuzey Afrika’ya oradan da İspanya’ya taşımıştır. Anadolu’da malakâri tekniğiyle bezenmiş en eski örneklerden biri Bilecik’te bulunan Orhan İmareti’nin kemer ve kubbe içlerinde yer alır.
Malakâri, alçı malzeme kullanılarak mala ile yapılan bir süsleme tekniğidir. Malzemesi ve uygulanışı farklı olan bu teknik, çeşitli özelliklerine rağmen kalemişi olarak değerlendirilmiştir.
Malakâri tekniği kendi içerisinde üç bölüme ayrılmıştır.
Sade malakâri: İç bünyeleri detaylandırılmadan zemine eğimli kesilerek desenler kabartmalı olarak ortaya çıkartılmış olur.
Müzeyyen malakâri: Bu teknikle motiflerin iç bünyeleri oyularak desende detaylar sağlanmış olur.
Hatları yuvarlatılmış malakâri: Bu teknikte motiflerin iç bünyeleri çıkartılırken hatlar yuvarlatılarak kesilir.
En güzel malakâri örneklerini; Topkapı Sarayı Bağdat Köşk’ü kubbesinde, Kılıç Ali Paşa Camii avlu kubbelerinde, Sultan Ahmet Camii kubbelerinde ve mahfil tavanlarında, Gebze Çoban Mustafa Paşa Camii revak kubbelerinde ve Çinili Köşkte görebiliriz.
Naht tekniği, kalemişi bünyesinde gelişen teknoloji sayesinde güzel bir yer edinmiştir. Yazılar ve desenler ahşap üstü dekupe-naht tekniği ile atölye ortamında kesilir. Üzeri diğer tekniklerde olduğu gibi hazırlanan boyalar uygun fırçalarla varsa desen ya da zemin renklendirilir ya da zemin altın varak kaplanır. Ardından kubbe desenleri parçalar halinde düzenlendikten sonra yerine monte edilir. Bu işlemler sadece mimaride değil levha yapımlarında da kullanılmaktadır. Nakkaşın hazırlamış olduğu desen atölye ortamında kesilir. Hazırlanan boyalar ile motifler renklendirilir. Ardından altın varak uygulamasına geçilir. Son olarak parçalar zemine yapıştırılır ve çalışma tamamlanmış olur.
Gelenekten gelen bir anlayışın tezahürü olan naht tekniği, günümüz teknolojisinden en güzel biçimde istifade etmektedir. Bu tezyinat anlayışı geçmişte bazı çehârı yâri güzîn ve yazı levhalarında kullanılırken bugün desen tezyinatında da kullanılmaktadır. Mescid-i Nebi’deki Abdullah Zühdi Efendi’ye ait kuşak yazılarında ve Makam-ı Cibril’de yer alan levhalarda naht tekniği ile üretilmiş örnekleri görebiliriz.
Dini mimarimizin olmazsa olmazı kalemişleri bu yeni teknikle birlikte tezyinat bağlamında da yeni bir üslup ortaya konduğu görülmektedir. Bu tekniğin mimarideki bazı örnekleri ise; Çeçenistan Hoşiyurt Camii, Aymani Kadirova Camii ve Ankara Ahmet Hamdi Akseki Camii'dir.